Yangın Sonrası Yaralar: Ormanlar ve Hukuk Arasında Kalan Toplumsal Sınav
- Melis UYGURLU
- 20 Ağu
- 4 dakikada okunur
Türkiye’nin coğrafyasında her yaz adeta bir ritüele dönüşen orman yangınları, sadece ekosistemleri tahrip etmekle kalmıyor, aynı zamanda toplumsal, ekonomik ve en önemlisi hukuki bir dizi çetrefilli sorunu da beraberinde getiriyor. Bu sorunların başında, yanan orman alanlarının akıbeti, yani bu alanların yeniden imara açılıp açılamayacağı tartışması geliyor. Bu tartışma, bireysel mülkiyet hakları ile kamu yararı arasında kurulan hassas dengeyi, anayasa hukuku, çevre hukuku ve ceza hukuku gibi pek çok disiplinin kesişiminde yeniden değerlendirmemizi gerektiriyor.

Anayasal Dokunulmazlık: Ormanlar ve Sınırsız Koruma İlkesi
Türk hukuk sisteminin ormanlara yönelik yaklaşımının temelini, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 169. maddesi oluşturur. Bu madde, yanan ormanların mutlak bir koruma altında olduğunu ve bu alanların yeniden ağaçlandırılması dışında hiçbir amaçla kullanılamayacağını emredici bir dille hükme bağlar. Anayasa’nın bu katı hükmü, ormanların basit bir taşınmaz mal değil, kamusal bir değer, yani toplumun ortak mirası olarak kabul edildiğinin en net göstergesidir. Bu kapsamda, 169. madde, orman alanlarında gerçekleştirilecek her türlü imar, yapılaşma veya tahsis girişimini anayasal bir ihlal ve “anayasaya aykırılık” olarak nitelendirir. Dolayısıyla anayasal perspektiften bakıldığında, yangın sonrası imar faaliyetleri yalnızca hukuka aykırı değil, aynı zamanda Anayasa’ya karşı bir girişim niteliği taşımaktadır. Bu durum, “anayasa üstünlüğü” ilkesinin çevre hukukuna doğrudan yansımasıdır.
Ormanların bu benzersiz statüsü, 6831 sayılı Orman Kanunu ve Türk Ceza Kanunu’ndaki (TCK) ilgili maddelerle pekiştirilmiştir. Türk Ceza Kanunu orman alanlarının hukuka aykırı şekilde imara açılmasına izin veren kamu görevlileri için cezai yaptırımları öngörürken, ormanlara zarar verme ve yakma eylemlerini ciddi şekilde cezalandırır. Bu mevzuat bütünü, ormanların korunmasının sadece çevresel bir kaygı değil, aynı zamanda idari ve cezai sorumlulukları da içeren bir hukuki zorunluluk olduğunu gösterir.
Ormanların Kamu Malı Niteliği
Hukuk doktrininde ormanlar, kamu malları içerisinde değerlendirilmektedir. Kamu mallarının en önemli özellikleri; devredilemezlik, satılamazlık ve amacı dışında kullanılamazlıktır. Ormanların kamu malı niteliği, onların toplumun ortak mirası olduğunu ve devletin sadece “yönetici” konumunda bulunduğunu ortaya koyar. Bu çerçevede, orman yangınları sonrası gündeme gelen arsa spekülasyonları, turizm yatırımları ya da imar söylentileri yalnızca çevresel değil, aynı zamanda hukuki güvenlik ilkesine de aykırıdır. Çünkü toplum, anayasal güvenceler ışığında ormanların yalnızca yeniden ağaçlandırılacağını bilmek istemektedir.
📌 İmar Tartışmalarının Toplumsal Etkisi
Her yangın döneminde yeniden gündeme gelen “yanan alanlar imara açılacak” iddiaları, toplumda ciddi bir güven bunalımı yaratmaktadır. Vatandaşın zihninde, ormanların rant uğruna yok edildiği algısı güçlenmekte; bu durum hem devletin çevreyi koruma fonksiyonuna hem de hukukun meşruiyetine zarar vermektedir. Toplumsal açıdan, hukuk düzeninin yalnızca yasak koyması yetmez; aynı zamanda şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkeleriyle hareket etmesi gerekir. Böylece, hem çevre bilinci güçlenecek hem de devlet-vatandaş ilişkisi daha sağlıklı bir zemine oturacaktır.
Sürdürülebilirlik İlkesi ve Kamusal Güvenin Tesis Edilmesi
Çevre hukukunun temel direklerinden biri olan sürdürülebilirlik ilkesi, mevcut doğal kaynakların gelecek nesillerin de kullanımına sunulmasını hedefler. Orman yangınları sonrası imar tartışmaları, bu ilkenin en hassas test alanlarından biridir. Yanan bir orman alanının rant amaçlı kullanıma açılması, sadece bugünün ekolojik dengesini bozmakla kalmaz, aynı zamanda gelecek kuşakların en temel haklarından biri olan temiz bir çevreye erişim hakkını da ihlal eder. Bu durum, hukukun üstünlüğüne ve devletin çevreyi koruma görevine olan toplumsal güveni sarsar.
Geçmişte yaşanan ve kamuoyunda infial yaratan Marmaris ve Antalya’daki orman yangınları sonrası yapılan “imara açma” iddiaları, bu güven krizinin somut örnekleridir. Her ne kadar yetkililer anayasal güvenceleri ve yasal zorunluluğu vurgulasa da, bu tür spekülasyonlar kamuoyunda “yangın sonrası rant” algısını güçlendirmekte ve devletin çevreyi koruma konusundaki samimiyetini sorgulatmaktadır. Bu durum, hukuki güvencelerin tek başına yeterli olmadığını, aynı zamanda şeffaf bir idari süreç ve kamuoyuyla etkili iletişim kurulmasının da hayati önem taşıdığını ortaya koyar.
İdari ve Cezai Sorumluluklar
Ormanların korunması yalnızca ahlaki bir yükümlülük değil, aynı zamanda idari bir sorumluluktur. Anayasa’nın 169. maddesi, devlete ormanları koruma ödevi yüklemiştir. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi durumunda idari makamlar için sorumluluk doğabilir. Bununla birlikte, ormanların tahribine sebep olan ya da bu alanları hukuka aykırı şekilde imara açmaya çalışan kişiler, Türk Ceza Kanunu’na göre de cezai yaptırımla karşılaşmaktadır. Özellikle “orman yangınına sebebiyet verme” fiili, kanunda yer alan suç tiplerinden biri olsa da gereken cezaların yeterli olmadığı ne yazık ki açıktır.
Karşılaştırmalı Hukukta Ormanların Korunması
Türkiye’deki bu tartışma, aslında uluslararası alanda da benzer örneklerle karşılaştığımız evrensel bir sorundur. Örneğin, Avrupa Birliği çevre mevzuatında, ormanların korunması ve biyoçeşitliliğin sürdürülmesi en öncelikli konulardan biridir. Yangın sonrası alanların rekonstrüksiyonu, genellikle ekolojik restorasyon prensipleri çerçevesinde ele alınır. Benzer şekilde, Amerika Birleşik Devletleri’nde federal düzeyde korunan orman alanları, yangın sonrası özel yasal düzenlemelerle sıkı bir koruma altına alınır ve bu alanlarda yeniden yapılaşmaya izin verilmez. Bu örnekler, ormanların sadece bir ülke için değil, tüm dünya için ortak bir miras olduğunu ve korunmasının uluslararası düzeyde bir sorumluluk taşıdığını gösterir.
Sonuç: Hukuk Devleti Sınavı
Yangınlar sonrası imar tartışmaları, Türk hukuk sisteminin bir hukuk devleti olarak temel prensiplerine bağlılığını sınayan kritik bir eşiktir. Bu sınavdan başarıyla geçmenin yolu, yalnızca anayasal hükümlerin ve ilgili mevzuatın katı bir şekilde uygulanmasından geçmez, aynı zamanda aşağıdaki adımları da gerektirir:
Caydırıcılık: Orman suçlarına yönelik cezai yaptırımların kararlı ve şeffaf bir şekilde uygulanması.
Kamu Denetimi: Yanan alanların yeniden ağaçlandırılma sürecinin toplumsal ve sivil toplum kuruluşları tarafından denetimine açık hale getirilmesi.
Ekolojik Restorasyon: Yanan alanların sadece ağaçlandırılması değil, aynı zamanda yerel türlerin ve ekosistemin bütüncül bir şekilde restore edilmesine odaklanılması.
Son tahlilde, ormanlar yalnızca bugünkü kuşakların değil, gelecek nesillerin de hakkıdır. Hukukun görevi, bu hakkı korumak ve hiçbir ekonomik çıkarın doğanın yerine geçemeyeceğini açıkça ortaya koymaktır. Orman yangınları sonrası imara açılma tartışmaları, çevre hukukunun “sürdürülebilirlik” ilkesi ile anayasa hukuku arasında köprü kuran önemli bir mesele olarak değerlendirilmelidir.
Sonuç olarak, ormanlar sadece birer ağaç topluluğu değil, aynı zamanda toplumun ortak hafızası, ekolojik dengenin anahtarı ve gelecek nesillerin en temel miraslarından biridir. Hukukun bu mirası korumak için tasarlanmış anayasal ve yasal çerçevesi, hiçbir ekonomik çıkarın veya rant beklentisinin bu doğa harikalarının yerine geçemeyeceğini net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Yorumlar